Eleştiri
"WOYZECK"
oyunun eleştrisi....
Küreselleşen
dünya giderek kurur ve çölleşirken, insanoğlunun yaşamı
her gün biraz daha bataklığa dönüşüyor gibi geliyor mu
size de? Woyzeck bundan söz ediyor.
Mehmet Ulusoy' un Şehir Tiyatroları'nda sahnelediği Woyzeck,
bir bataklıkta geçiyor. Buğulu bir bataklık gölünü,
gölün kıyısında karanlık kuleleriyle meşum bir belirti
gibi yükselen Kont Drakula'nın şatosunu görür gibi
oluyorsunuz. Oysa bolca paraşüt bezinden başka, neredeyse hiç
bir şey yok sahnede. Bütün sahneyi kaplayarak tam ortadan
sarkan, bir amip ya da denizanasına benzeyen biçimsiz figür,
tehditkar bir ifadeyle insanların tepesinde salınıyor.
Oyundaki her şey gibi o da sürekli hareket halinde. Canlı bir
organizma gibi oyuna katılan bu dev yaratık, neredeyse
üçüncü gözünüzle gördüğünüz şatonun bıraktığı
belli belirsiz kötülük hissini cisimleştiriyor, görünür
kılıyor. Kötülük insanların tepesinde bir tehdit gibi
duruyor, her şeyi denetliyor ve yönlendiriyor. Arada bir iyice
aşağı inerek karanlık bir bulut gibi tümüyle kaplıyor
insanların üzerini, içine alıyor onları.
Bu yapışkan ve yıvışık
kahverengi çamurun içinde yaşamaya çalışan insanlar
zavallı kurtçuklara benziyorlar. Sürekli eğilip bükülen,
kıvrılan, kıvranan, debelenen kurtçuklar gibiler.Gerginler,
çünkü hiç durmadan birileri tarafından taciz ediliyorlar.
Herkes herkesi sürekli taciz ediyor. Sanki birilerini taciz
etmeden varolduğunu hissetmek mümkün değil gibi. Sanki tacize
uğramadan yaşamak mümkün değil gibi. Birileri birilerini
dürtüyor, itip kakıyor; bu doğru, şu yanlış diyor; onu
yapma bunu yap diyor; otur , kalk, bak, düşün, düşünme,
yumurta yeme, vitamin al, bezelye ye, kafein kötü kahve içme,
felsefe yapma, derin konuşma, anlamlı bakma, öfkeli olma,
mutsuz olma, mutsuz olsan da asla mutsuz durma, eğlen, hafif ol,
gürültü yap, konuş, hareket et, koş, durma, asla durma...
Her zaman yapılması gereken bir şeyler vardır. Her zaman
varılması gereken hedefler, yerine getirilmesi gereken
görevler, hoşnut edilmesi gereken birileri vardır. Asla kendi
halinde kalamazsın. Hayat nasıl insanın üzerine gelmesin?
Woyzeck nasıl kafayı yemesin? Ara sıra da olsa, kendini
kafayı yemek üzereymiş gibi hissetmeyen var mı?
Mehmet Ulusoy rejilerinde alışkın olduğumuz, nefes
aldırmayan hareket ve enerji yoğunluğu, bu oyunda, rejiye dair
bir özellik olmaktan çıkıp, anlama hizmet eden bir ögeye
dönüşmüş. Bu yoğun enerji, oyuncuların bedenine
yapışmış gibi görünen ve onları birer kurtçuğa
dönüştüren devinimler, dekorun gotik çağrışımlarıyla
birleşerek gergin, tedirgin edici bir atmosfer yaratıyor.
Enerji ve ritm, hem oyuncuları hem de seyirciyi baskı altında
tutarak, sıkışmışlık hissi ve gerilimi arttırıyor.
Oyun grotesk bir dünya tasvir ediyor. Bu dünyada, Woyzeck'i bir
deney hayvanı gibi kullanan Doktor, gotik atmosfer
çağrışımlarına da yakışır şekilde Quasimodo'ya; bando
alayı, bir deliler resmi geçidine dönüşüyor.
Yaşadığımız dünyanın daha az grotesk olduğunu kim iddia
edebilir ki? Bu çürüme ve kokuşmanın hüküm sürdüğü
bataklıkta, can havliyle burnunu çamurun üzerinde tutmaya
çalışan çoğunluktan biri Woyzeck. Onun kişisel hikayesi ya
da dramı, bu yorumda biraz silikleşmiş belki, ama topyekün
yok oluşa hızla kayan bir dünyada, kişisel hikayelerin
diğerlerinin hikayesinden pek bir farkı kalmıyor zaten. Sessiz
ve hükümsüz çoğunluğun bütün dünyada suyu ve oksijeni
tükeniyor. Ozon tabakasındaki delik giderek büyüyerek
hepimizin deliği haline geliyor. Fay hatları çeşitli
link'lerle birbirine bağlanarak bütün yerküreyi dolaşıyor.
Artık kimse kendi ücra köşesinde, kişisel hikayesiyle baş
başa kalamaz. Hatta daha ileri giderek, Woyzeck'in o sıralar
adı bile bilinmeyen hastalığının, temporal epilepsisinin,
aslında çok yaygın bir hastalık olduğunu bile iddia
edebiliriz. Belirtileri,ne yaptığını bilmeden en fena
şeyleri yapmak, sonra da unutmak olarak özetlenebilecek bu
hastalıktan asırlardır muzdarip olduğumuzu öne süremez
miyiz, savaşlar, soykırımlar, işkence ve şiddetle dolu
insanlık tarihini düşününce. Mehmet Ulusoy da çağının
farkında bir sanatçı olarak, oyunu Woyzeck'in dramı olmaktan
çıkarıp, çığırından çıkmış bir dünyada, ben
özgürüm teranesiyle şaşırtıcı bir aymazlık içinde
dolanan insanoğlunun, hal-i pür-melaline çevirmiş.
Aslında, Woyzeck'in dramı olmaktan çıkarmış demek doğru
olmuyor. Metnin ne anlattığı da bir yorum meselesi çünkü.
Ne aradığınıza, nereden baktığınıza, kafanızın hangi
gerçeklerle meşgul olduğuna göre anlamı değişir. Bu
yüzden de tekst, virgülüne dokunulmaması gereken kutsal bir
nesne değildir. Tiyatroda tekst, anlam üretmek için
kullandığımız elemanlardan biridir yalnızca. Ve bir oyun
sahnelerken yapılması gereken tek şey, o çağa, o mekana, o
güne dair taze bir anlam üretmeye çalışmaktır.
Zaten Mehmet Ulusoy' da tekst üzerinde çok büyük bir
değişiklik yapmamış. Leonce ile Lena'dan ve Büchner'in Lenz
adlı öyküsünden birkaç cümle eklemiş, bir iki sahnenin
yerini değiştirmiş ki Büchner'in tamamlanmamış, epizodik
yapıdakı metni, bu tür müdahalelere başka herhangi bir
tekstten daha çok imkan veriyor. Bir de Büchner'in 1834
yılında tıp eğitimini tamamlamak için gittiği Giessen' de,
İnsan Hakları Birliği adına, köylülere dağıtılmak üzere
yazdığı, Hessenli Köy Habercisi' isimli bildirisinin bir
bölümünü oyun içinde kullanmış. Ve aslında bu bildiri,
Büchner'in yaşadığı dönemde Almanya'nın içinde bulunduğu
toplumsal durumu ve Büchner'in bu duruma karşı tavrını net
bir şekilde ortaya koyması açısından, Ulusoy'un yorumunun
çıkış noktasını oluşturmuş.
Mehmet Ulusoy'un Woyzeck'i iyi bir ekip çalışmasıyla
sahnelenmiş, başarılı bir reji. Nurullah Tuncer'in sahne
tasarımı ile Mustafa Kaplan'ın beden devinimleri, yorumun
biçimlenişinde çok önemli roller üstleniyorlar.Timur
Selçuk'un bestelediği şarkılar ise, tek bir piano
eşliğinde, kırık dökük hatta kimi zaman detone
söylenişlerindeki, sürpriz sadelik ve iddiasızlıklarıyla
oyuna çok yakışmışlar. Woyzeck, ağlanacak halimize gülmek
için iyi bir seyirlik.
Şule
Ateş
..................................................................